Almanya’da ilk korona vakası görüldüğünde hepimiz sakindik. Kimimiz ciddiye almadı, kimimiz için bu pek çok virüs gibi başka kıtaya ait uzak bir ihtimaldi, kimimizin haberi bile yoktu. Henüz gündem mültecilere Avrupa sınırlarını açan Türkiye haberleriyle çalkalanıyordu. Keza aynı Türkiye iki hafta sonra bu kez Avrupa’ya sınırlarını kapatacaktı. Hem insanlar hem ülkeler durumun ciddiyetinden habersiz precorona gündemleriyle kim bilir neleri kafasına takıyordu.
2 Mart günü Berlin’de ilk vaka tespit edildikten sonra Rossmann’da umulmadık bir gerginliğe tanık oluyorum. Dezenfektandan sabuna ne varsa hepsi tükenmiş, insanlar bir umuttur yaşamak dercesine el kremi ve saç kürleriyle tepeleme sepetleri eşeliyor. O kaosta bir kadın yaklaşıp çekingen bir şekilde elindeki kutuyu uzatarak dezenfektan mı diye soruyor. Almancasını bilmediğim için sözlükten bakıp acı haberi verdiğimde yüzündeki hayal kırıklığını görüyorum; bu sadece bir el kremi… O sırada başka bir kadın hepsini bitirmişler diye öfkeyle bağırmaya başlıyor. Anladım buradan bana hayır yok. Bunun üzerine imdadıma yine Türk marketler yetişiyor ve caddenin hemen karşısındaki Eurogıda’ya girip henüz yarısı tükenmiş kolonyalardan alıyorum. Kasalarda bayramın son günü İstanbul gişelerini anımsatan dev kuyruklar var. Sepetlerde tuvalet kağıdı, makarna ve konserve yoğunluğu göze çarpıyor. Şahsen bu aşamada henüz stoklamayı reddediyorum. Ertesi gün opera ve tiyatroların Nisan sonuna kadar kapatıldığı haberi geliyor.
Yaklaşık bir on gün daha korona sadece bir grip mi, değil mi paradoksuyla ilerliyor ve 11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edilmesinin ardından önce Waves projesi için anlaştığımız mekanlardan atölye ve etkinliklerin, ardından katılacağım diğer atölyelerin ve Almanca kursunun da iptal haberi geliyor. Durumu çok ciddiye almayan arkadaşlarımın bile paniğe kapıldığını görüyorum. Bunun üzerine kafamda lanetli malum soru beliriyor; bu süreci güvenilir sağlık sistemiyle yabancısı olduğum Almanya’da mı yoksa henüz vaka görülmeyen ama çoğu özelleştirilmiş hastaneleriyle İtalya’ya dönüşme potansiyeli yüksek Türkiye’de ailemle mi geçirmek? Arkadaşlarıma danışıyor hatta Instagram’da anket bile yapıyorum. Sigorta kapsamı, ana dil faktörü ve annemin yemeklerini göz önünde bulundurunca Türkiye ağır basıyor ve ertesi güne bilet alıyorum. Ne de olsa artık dünyanın sonuna geldik. Vedalaşmak için bir arkadaşımla buluşuyorum ve bir daha ne zaman karşılaşacağımızı bilmeden oturmuşuz derken gelen mailde yeni yasalar gereği tüm uçuşların iptal edildiği yazıyor. Türkiye’nin Avrupa’ya sınırları kapatan bu ani kararı turist ve öğrenci gibi zor durumda kalan pek çok insandan tepki alıyor ve uçuşlar 18 Mart’a kadar tekrar açılıyor. Bu durumda akıllanmayan ben son güne tekrar bilet alıyorum ve çok geçmeden verilen bu süre de erkene çekilip uçuşlar yine iptal ediliyor. Bu dönemde artan spiritüel enerjinin etkisiyle bunu bir işaret olarak algılayıp olduğum yerde kalma kararı alıyorum. Bir anda Avrupa’nın epideminin merkezine dönüşmesiyle burası insanların çıkmaya çalıştığı ancak tüm ülkelerin sınırlarını kapadığı Orta Doğu’ya dönüşüyor. Günün birinde Türkiye’nin, Almanya’ya sınırları kapatacağı kimsenin aklına gelmezdi sanırım. Konu sağlık olunca dünya bir anda tersine dönebiliyor.
Sonuç olarak ister kelebek etkisi ister altı derece uzaklık teorisi diyelim Çin’de çarpan kelebeğin kanatları tüm dünyada tsunamiye dönüştü. Herkesin durumu kabullenme, hayatın sıradan akışından çıkma süresi farklı zaman dilimlerinde gerçekleşti. Virüsün sınır tanımayan doğası ve sınıf tanımayan bulaşıcılığı başlangıçta tüm dünyada ortaklık ve eşitlenme duygusu yaratmış gibi görünse de hem tedavi hem karantina süreçlerinde ne yeterli bakıma erişim ne kalınması zorunlu evler hatta evi dahi olmayanlar ne de hijyen koşulları hiçbir yerde eşit değil. Ama her yerde ortak olan ve özellikle Almanya gibi sürprizlere alışık olmayan toplumlarda daha sarsıcı cereyan eden bilinmezlik gerçeği hepimizin hayatının merkezine oturdu. Uzun zamandır sinyallerini veren doğa en sonunda bizi odalarımıza göndererek cezalandırıyor. Şimdiden iki yıl sonrasını planlamış insanlar bir anda kapı kolu ya da asansör düğmesinin başka bir deyişle hafif bir dokunuşun bile kendilerine tehdit oluşturabilecek kırılganlığını fark etti. Toplu halde çekildiğimiz yalnızlığımızda artık unuttuğumuz kitaplara dönebilir, filmler, diziler ve dijital arşivini açan bilimum platformda kaybolabilir, deneysel yemek tariflerine kalkışabilir, dayanışma amaçlı faaliyetlere katkıda bulunabilir ya da tüm gün yataktan çıkmadan canımızın istediğini yapabiliriz. Herkesin karantinası kendine. Çalışarak ya da çalışmasak bile her daim koşturarak var olduğumuz bir düzende durup dinlenme şansımız oldu. Hem bazen kontrolü kaybetmek ve sürece teslim olmak güzeldir.
Metin: Irem Aydın
Illustrasyon: Irem Kurt