– Çağla Özkurt
Ne garip, bir zamanlar varlıklarından emin olduğum bu iki insan artık birer anılar.
Babam öldüğünde on dokuz, annem öldüğünde yirmi bir yaşındaydım. Annemin ve babamın tabutta gidişlerini izlerken çocukluk anılarımı onlarla birlikte uğurladığımı biliyordum. Yıllar yıllar sonra, Milbone Pudding mit Sahne yediğim o gün büyülü bir şey oldu. Çocukluğumdan bir anı damağımı gıdıkladı.
Gurbetçi ailemin ilk çocuğuyum. Babam, erkek çocuk sevdalısı değilmiş. Hemşire doğumumla ilgili bilgi verirken babam hemşireyi büyük bir dikkatle dinlemiş. Hemşireye sadece ‘moment hele’ diyebilmiş. Dili tutulmuş. Hoş dili tutulmasa yine de konuşamazmış. Babamın imdadına hemen yanı başındaki gurbetçi dostu yetişmiş. Gurbetçi yoldaş hemşireden söylediklerini tekrar etmesini istemiş. Sonra babama dönüp; ‘Gözün aydın olsun Hasan, nur topu gibi bir kızın oldu.’ demiş.
1987 yılı Viyana doğumluyum. Annem zorunlu olarak Viyana’ya göç ettirildiğindi on üç, on dört yaşlarındaymış. Orta okulu bitirdiği yıl Samsun’ a Hemşire Okulu açılmış. Annem, bu hemşire okuluna kayıt olmanın hayaliyle yaşıyormuş. Viyana’ya işçi olarak giden dedem; ‘Ayşe’yi okula yazdırmayın. Ben onu burada işçi yapacağım.’ diye haber yollamış. Annem Viyana’da terzi işçisi statüsünü aldığında on beş yaşındaymış. Yirmi bir, yirmi iki yaşına kadar rüyalarında Hemşire Okulunu görmüş. Ben zorunlu göç ettirildiğimde altı yaşındaydım.
O gün Türkiye’ye, teyzemin yanına okul bahanesiyle gönderilirken valizime ne koymuştum? Çok sevdiğim, vazgeçemediğim bir oyuncağım var mıydı? Vardıysa onlara ne oldu? Türkiye’ ye postalandığımı biliyor muydum? Yağmurlu bir gün müydü yoksa güneşli bir gün mü? O gün ayaklarımın altından zamanın, zeminin, zuhurun kaydığının farkında olan herhangi biri var mıydı?
Ben bir valiz çocuğum. Anılarım ancak bir valize sığacak kadar olabilir.
Viyana’da doğdum. Türkiye’de yetiştirildim. Aslen Gürcü’yüm.
Anadili Gürcüce olan babaannem adımı asla telaffuz edemedi. Anneannem duymamam icap eden meseleleri daima Gürcüce anlattı.
Hayatta en çok ‘Nerelisin?’ sorusundan korktum. Hayatta en iyi valiz hazırlamayı bildim.
Bütün bunların gerçek olduğuna katiyen inanamıyorum. Kendimin kendimle girmekten çekindiği kıvrımlarına girdiğim yetmezmiş gibi bunları sana anlatıyorum. Kâğıt önümde, kalem elimde ve ben çocukluğumdan bir anımı yazıyorum. Milbone Pudding mit Sahne, Lidl Market rafında alan kaplamaya devam ediyor.
Teyzemin yanında Türk örf ve adetlerine göre yetiştirildim. Dini vecibelerini eksiksiz yerine getiren, soyumuzun kıymetli kişilerinden teyzem, ailemize yakışan, namuslu bir kız olmam için elinden geleni yaptı.
Şimdi o günlere dönünce; Türkiye’ye postalanmamın altında yatan tek neden ecnebi olma ihtimalimin doğurduğu endişe miydi? Acaba diyorum; dönemin göç politikalarının bu postalanmada bir payı var mıydı? Anneme ne zaman Viyana’yı, doğduğum yeri sorsam, aynı hikâyeyi anlatırdı: ‘Sabahın köründe, zifiri karanlıkta kalkıp işe gittiğimiz yetmezmiş gibi, sokaklara hep küfürler yazarlardı. Duvarlarda hep ‘defolun’ yazıları olurdu. Bazen başka yolu kullanıp yolu uzatmak zorunda kalırdık. Öyle özlenecek yer değil Viyana. Çok korkuyordum ben işe giderken. Bu yüzden toplaşıp hep birlikte giderdik. Ey gidi günler!’
Olan benim tatlı mı tatlı, enfes Milbone Pudding mit Sahne’ me oldu.
Yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarımda Berlin’e arkadaşımı ziyarete gittim. Arkadaşım, Türkiye siyasetinin üzerinde oluşturduğu baskılara daha fazla dayanamayıp göç etmişti. Beni Berlin Schönefeld Havaalanı’nda karşılamaya geldi. Birbirimizi görür görmez sıkı sıkıya sarıldık. Muhabbet muhabbeti açtı da açtı. Bir gece, Türkiye siyasetinin bizleri dünyanın dört bir köşesine dağıtmış olmasına hayıflandık. Başka gece, gelecek güzel günlerin hayalini kurduk. Devletler yıktık, aşkları yeniden yaşadık. Parklarda, bahçelerde gezip azıcık nefes aldık.
Bir gün arkadaşım işteyken ben alışveriş yapmak istedim. Evin yakınındaki Lidl Market’e gittim. Süt ve süt ürünlerinin bulunduğu rafa geldim. Görür görmez tanıdım. Bedenim şaşkındı. Yüzüme bir gülümsemenin yerleştiğinin farkındaydım. Oradaydı. Raftaydı. Tüm endamıyla, taşıdığı tarihin ağırlığıyla, tadının naifliğiyle ona tahsis edilen alanı kaplıyordu: Milbone Pudding mit Sahne. Aradan geçen yirmi yıla rağmen tadını hemen anımsadım.
Milbone Pudding mit Sahne, bir çeşit tatlıdır. Üzeri kremşanti kaplı puding. Bir kakaolusu, bir de vanilyalısı vardır. Ben vanilyalısı için deli olurdum. Kız kardeşim kakaoluyu severdi. Vanilyalı puding mit Sahne için her şeyi yapabilirdim. Sanırım en son sekiz yaşında yedim.
Mutaassıp Teyze:
Kızım bak annen telefonda, seni istiyor.
Sessizlik.
Mutaassıp Teyze:
Kızım bak annen soruyor ne istersin diye.
Ben:
Niye soruyor ki?
Mutaassıp Teyze:
Bu yaz seni görmeye gelecek ya kızım.
Gönlümü kazanmak için annem tarafından gönderilmiş olan porselen bebeği yavaşça, kırılmasından korkarak koltuğa bırakırım. Telefon ahizesini elime alırım.
Annem:
Kızım nasılsın?
Sessizlik.
Annem:
Telefonlarıma gelmediğinde ben çok üzülüyorum kızım.
Sinirlenirim. Elimdeki telefon ahizesini hemen Mutaassıp Teyze’ye veririm. Teyze aynı hızla telefon ahizesini yeniden elime tutuşturur.
Annem:
Bu yaz yanına geleceğim kızım, seni görmeye.
Sessizlik.
Annem:
Söyle bakalım ne istersin benden?
Ben:
Vanilyalı puding mit Sahne.
Annem:
Kızım ama o sıvı. Uçakta getirmesi çok zor, dökülür. Başka bir şey iste.
Ben:
Sen sordun ben söyledim.
Telefon ahizesini Mutaassıp Teyze’ye atarcasına veririm.
Annem o yaz Türkiye’ ye, beni görmeye geldi. Valizinin yarısı vanilyalı puding mit Sahne ile doluydu. Tam olarak kaç taneydiler? Saymış mıydım? Hepsini bir çırpıda mı yedim? Kendimi azıcık tanıyorsam, hemen bitmesini istememişimdir? Hatırladığım; hayatımın en leziz ve en üzücü yazıydı. Beni vanilyalı puding mit Sahne’ den ayırdığı için anneme mi kızmalıydım?
Ben bir valiz çocuğum. Hatıralarım ancak bir valize sığacak kadar olabilir.