Wir arbeiten gemeinnützig. Wenn ihr Maviblau unterstützen möchtet, dann schaut mal hier!

Öykü tadında bir deneme: Maya

– SİMURG


Vakit gece yarısı, saat bilmem kaç. Tik tak tik tak. Akrep yelkovanın peşinde tik tak tik tak. Açık kalan aptal kutusundan görüntüler… Gözlüklü birkaç beyefendi! ve sunucun kekremsi pek de güzel olmayan sesi: “Yeni bir çağın başlangıcı! İyi anılar hep sizinle kötü anılar kapı dışında. Bulunan yeni yöntemle silinecek kötü hafıza.” Tam da bu sırada başlıyor bir münakaşa. Önce akıl başlıyor konuşmaya: “Artık kırılmayacak, incinmeyeceksin. Ne mutlu sana!” Ardından gelen kalbin sesi, kalbin söylediklerinin tam tersi. Evet, evet kalbin sesi. Pekâlâ, görebilen kalp neden konuşamasın ki? Üstelik akılla. Akıl başlıyor konuşmaya. Ayracı koyup kitabın arasına, ilahi bir yerden emir almışçasına başlıyorum yazmaya.

Tik tak tik tak. Saat bilmem kaç. Lacivert, deri kordonlu kol saati. Çocukluğun en güzel hediyesi. Uyanan kaç göz böyle güzel bir sürprizle karşılaşır ki? Lacivert kol saati. Her zaman her anı gösterdi. Bir babanın gece yarısı çocuklarının üstünü örttüğü vakti, sabahın ilk ışıklarında çocuklarıyla uyuduğu en güzel günleri. An geldi bozuldu, durdu. Ee saatti bu. Artık anları değil anıları gösterir olmuştu. Bozulsa da sol bilekte hep durdu. Durdu, kaldı, öğretti: Kelimeler olmadan seni seviyorum demeyi. Uyurken, uyku arasında ve uyanınca bir babanın ilk fikrini.

Tik tak tik tak. Saat bilmem kaç. İlkokulda bir öğrenci, okuma yarışmalarının birincisi. İş yazı yazmaya geldi mi vasatın da altında. Karın ağrıları başlar, hep ağlar. Utanır da söyleyemez. Yazıma gülüyorlar diyemez. Bir zamanlar uyutmak için sallanan ayakların sahibi ne de güzel anlıyor olanı biteni. Bir ilkokul öğretmeni gibi sabrediyor, öğretiyor; kelimeleri inci gibi dizmeyi. Bir ilkokul gösterisi. Sahnede “Amasya elması” unutuyor şiirini. Ayakta beliriyor bir kişi. Tabii ki o ayakların sahibi. Avuçları patlarcasına başlıyor alkışlamaya. Alkışlara karışıyor bir pınar gibi şiirin dizeleri. Bir yaz günü o avuçların sahibi, kendi gibi genç bir anne ile bahçeye indiriyor rengârenk leğenleri. Su ile dolduruyorlar içini.  Bozkırın tam ortasına getiriyorlar denizi. Güneş banyosu koyuyorlar ismini. Sanki Ege’de bir sahil kasabasında bitiyor çocukların deniz hasreti. Sallanan ayak, alkıştan patlayan avuçlar ve eller öğretiyorlar neler neler: Sorgusuz sualsiz sevmeyi, kendine güveni, üretmeyi, bozkırın tam ortasına denizi getirmeyi.

Akıl hiç durmuyor aynı sözleri tekrar edip duruyor: “İyi anılar hep sizinle kötü anılar kapı dışında. Bulunan yeni yöntemle silinecek kötü hafıza.” 

Tik tak tik tak, saat bilmem kaç. Tanıdık bir sima. Aynadaki sen kadar benzer sana. Ailenin güzeli, öğretmenlerinin gözdesi. Kıyamadığından küçüğüne, izin verirdi peşinden her yere gelmesine. Kıyamazdı pınardan akan bir damla yaşa. Abla denirdi ona. Çok da büyük değildi aslında. Okul dönüşleri yoları gözlenirdi. Eli hiç boş gelmezdi.  Kimi zaman sığınılan bir liman kimi zaman kurtarıcı bir kahraman. Neler öğretti neler neler: Şarkı söylemeyi, dans etmeyi. Savunmayı, bir elmanın yarısı olmayı.

Tik tak tik tak. Saat bilmem kaç. Bir doğum müjdesi. Beklenen bir kardeş haberi. Bir çift koca kahverengi göz. Evin neşesi. Hatıraların en kıymetlisi. Pabucu dama attıran lâkin sol yanda hep kalan. Kıvırcık saçlı, uzun kirpikli. Öyle güzeldi ki, hep soruldu “Sahi erkek mi?” Nasıl da öğretti korumayı kollamayı. Kıyamet kopsa da ayrılmamayı. 

Tik tak tik tak. Saat bilem kaç. Uzaktan gelen tanıdık bir koku: İklimi gibi hafif rutubetli. Nevi şahsına münhasır bir insan misali. Almanya kokusuydu ismi. Kavuşmanın kokusuydu, beklenen oyuncakların, tadılmamış çikolataların. Oyuncaklar kırılıyor, çikolatalar bitiyor koku hep duruyordu. Yeri geliyor ağız dolusu bir kahkaha, bir çift gözle konuşmadan anlaşma, bisiklet sürmeyi öğrenme, seher vakti bir köpeğin peşine düşme. Öğretmişti bir kere hiçbir şeye engel değildi mesafe.

Tik tak tik tak. Saat bilmem kaç. Tatlı ekşi bir kokuydu yaklaşan. İlkbaharda başlayan mutfak kapısından yayılan.  Reçellerin en güzeli, gül reçeli. Sobanın fırınından yeni çıkan kömbeyle kahvaltının vazgeçilmezi. Ve bir çift eldiven kahverengi, üşenmeden torunlarına ördüğü. Öğretiyordu ilmek ilmek. Sevilenler için verilen tükenmeyen bir gayret.

Bunlar ve daha nice güzel hatıra geliyorlar bir araya. Bir can başlıyor yavaş yavaş karakterini bulmaya. Hamur gibi ağır ağır şekil alıyor. Yalnız, bir eksik var. İstenen gibi kabarmıyor.

Tik tak tik tak. Vakit gece yarısı, saat bilmem kaç. Kalp başlıyor konuşmaya: “iyi anılar hep sizinle kötü anılar kapı dışında. Bulunan yeni yöntemle siliniyor kötü hafıza!” Haykırıyor ne kadar da saçma kanma, inanma bu zırvalığa. Kulak ver bana.

Tik tak tik tak. Vakit gece yarısı. Duyuluyor acı bir telefon çığlığı. Ahizenin iki ucu ağıtlarla dolu. Bir fidanı uğurlamak için bir araya geliyor aile halkı. Tik tak tik tak vakit gece yarısı. Ahizenin iki ucu ağlaşmalarla dolu. Fidanına dayanamayan bir babanın yok oluşu… Büyük bir imtihan yaşayanlara. Vakitsiz acılar olgunlaştırıyor kalanları. Herkes gibi öğreniyorlar zaman her şeyin ilacı.

Tik tak tik tak. Vakit gece yarısı. Ahh! O kahverengi eldiveni ören ellerin sahibi. Buluşturuyor cansız bedeni, yıllardır görüşmeyenleri. Giderken bile öğretiyor bir arada olmanın değerini, öz eleştiriyi, affedebilmeyi.

Tik tak tik tak. Beklenendi iki evlât. Dede biliyordu bu acıyı. Otuz yıl evvel aynısını yaşamıştı. Nasıl dayanırdı bir daha bu acıya? Tek yürekte buluşma, birlikte dağ gibi acıya siper olma.

Kalp sazı almıştı bir kere. Bir ozan gibi başlamıştı cevap vermeye. Acılar yürekleri dağlasa da ne de çok şey öğretiyordu ademoğluna. Anlamayan yürekler düşününce hak verir birer birer.

Tıpkı bir derviş gibi tayyi zamanda gidip geliyordu ikili. Kalp kaldığı yerden devam ediyor: “İyi anılar hep sizinle kötü anılar kapı dışında.” Haykırıyor, ne kadar da ahmakça. İncinsem de kırılsam da hiçbirinden vazgeçmeyeceğim asla, hodbinlik yakışmaz bana. 

Tik tak tik tak. Açıklanan bir sınav sonucu, hayallere kısa bir elveda. Ardından başlıyor daha hummalı bir çalışma. Başarısızlık düşündürüyor yapılanları, daha iyi gösteriyor hataları, zaafları, pişmanlıkları.

Tik tak tik tak. Heyecan beklenen bir iş başvurusu, atanma umudu. Ne yazık ki olumsuzlukla sonuçlanıyordu. Günlerce dökülüyordu inciler, değişmiyordu yaşanan hadiseler. Söz veriyordu kendine, asla pes etmeyeceğim diye. Ateşini söndürüp devam ediyor yoluna, küllerinden doğuyor bir misal-i anka. 

Maya giriyordu hamura, hamur artık başlıyordu kabarmaya. Anı, andaç, hatıra ne dersen de adına. İyi-kötü ayrılmıyor  bir elin parmağı gibi birbirini tamamlıyor.

Gün başlamıştı aymaya. Bitmişti artık bu alegorik münakaşa. Akrep yelkovana yetişiyor zaman gösteriyor 05.25’i. Bırakıyorum elimden kalemi. Ne de güzel anlıyordum şimdi, en sevdiğimin -Sait Faik- “Yazmasaydım çıldıracaktım” sözlerini. Artık okuma vakti. Alıyorum elime kitabı, sayfadan ayırıyorum ayracı. Altı çizili kelimeler, benden önce kim çizmişti birer birer? Kitabın ilk sahibi. Okumuştu vermeden hediyeyi. Şimdilerde sevilmeyen, çehresi görülmek istenmeyen. Tezatlığa bak ki hamurda çoktan almıştı yerini.