‘Çok iyi uyuyamadığım bir gece ama ertesi gün olacakların boyutu düşünülünce normal bir durum bu. Uyku ve uyanıklık arası ilerleyen gece boyunca bulabildiğim her fırsatta her gece olduğu gibi benimle yatan kedime sarılmaya çalışıyorum. Sabaha karşı tuvalete kalkıp döndükten sonra göğsüme çıkıp boynuma tünüyor. Uykuya dalmaya yaklaştığım anlarda sanki biri ayaklarımın altından halıyı çekmiş gibi zıplayarak uyanıyorum. Sabah 7’ye doğru ablam işe giderken kapımı açıp hoşçakal diyor. Uyku sersemi halimle akşam eve gelecekmiş gibi görüşürüz diyorum. İki saat sonra uyanık olduğum halde yataktan kalkmak için alarmın çalmasını bekliyorum. Annem çoktan çayı koymuş ve çok sevdiğim fırında peynirli ekmekten hazırlamış. Çabucak yedikten sonra yola koyulup vaktinden erken havalimanına ulaşıyoruz. Sabiha Gökçen Havalimanı hiç olmadığı kadar sakin ve boş. Sanki ülke terk edilmekten ıssızlaşmış, gidecek insan kalmamış gibi. Kontuarda çok az sayıda bekleyen var ve valizim korkumun aksine ağırlık sınırının altında kalıyor. İşlerim hiç olmadığı kadar yolunda gidince fazladan vaktimiz kalıyor. ‘Hadi bir çay içelim’ diyor annem yolun devamında bana eşlik edemeyeceğini hatırlayıp. Kim bilir iki bayat çaya bir havalimanı klişesi olarak gereksizce ne kadar fazla ödüyor ve bir daha ne zaman karşılaşacağımızı bilmeden karşılıklı oturuyoruz.’
5 Aralık 2018 tarihli şimdiye kadar zar zor tutmayı başardığım günlüğüm bu melankoli dozu yüksek paragrafla başlıyor. Üzerinden bir yılı aşkın süre geçmiş ve ben yine bir taşınma telaşı içinde valiz, koli ve çanta taşımaktan elim belim tutulmuş bir halde bu yazıyı yazmaya çalışıyorum. Günlüğümü zar zor tutabiliyorum çünkü hem Berlin’in hızlı hayat akışı bunu güçleştiriyor hem de ben tembel bir insanım. Ayrıca günlükler hatırlamak içinse Instagram hikayeler arşivi bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor ve kimsenin bir tweet’ten fazlasını okumaya tahammülü olmadığı, yazılı medyanın neredeyse yok olduğu günümüzde yazdıklarımın ve yazacaklarımın gereksizliğinin son derece farkındayım. Zaten bir takım analizlerde bulunacak, gündemi yorumlayacak ya da çıkarımlar öne sürecek kadar kayda değer biri olduğumu hiç sanmıyorum. O yüzden yazının devamını okumaya niyetliyseniz anlatacaklarımın çok da önemli olmadığını bilin isterim.
Her neyse, okuyucuların bir kısmını farklı dijital mecralara uğurladığımıza göre kaldığım yerden devam edebilirim. Aralık ayını geçirdiğim İstanbul ziyareti sonrası yeni yılın ilk ayında Berlin’e döndüğümden beri taşınma telaşı içindeyim çünkü bir yıldır yaşadığım evin kontratı geçtiğimiz aylarda iptal edildi. Tabii Türkiyeli serbest çalışan bir sanatçı olarak Almanya’nın emlak bürokrasisi gerçekliğinde kira sözleşmesini devralamayacağımı bildiğim için vatanı ve milleti fark etmeksizin göçebe yaşam formuna zorlanan çoğu Berlinli gibi kaderime teslim oldum. Özellikle son hafta, bir yandan geçici süreliğine taşındığım Boddinstrasse’deki odaya temel ihtiyaçlarımı, diğer yandan bundan sonraki aşamada şimdilik ne kadar süreliğine olduğunu bilmeksizin taşınacağım Leinestrasse’deki odaya diğer eşyalarımı taşıdığım ve aynı zamanda Hermannstrasse üzerindeki eski evde kalan tüm eşyaları boşaltmamız gerektiği için U8 hattı üzerinde seke seke yaşayan yorgun bir Neükölln ceylanına dönüştüm. Bu şekilde gündüzler ağır fiziksel egzersizler, akşamlarsa mesleki ve insani bir ihtiyaç olarak tiyatro oyunları izlemekle geçti. Tabii haddinden uzun biri olarak koltuklara rahatça sığamadığım için ve boy hacmine eklenen kıvırcık saçlarımla arka sıradakilerin görüş alanını kısıtladığım kompleksiyle daralan hareket kapasiteme bir de Türkiye’de alternatif tiyatro asistanlığı geçmişimin değerli armağanı bel fıtığının taşınmayla tetiklenen sancıları eklenince içine giremediğim oyunlar gerçek bir işkenceye dönüştü. Bir de Almanya’daki çoğu sahnede nedenini anlamadığım ucu bucağı görünmeyen koridorsuz oturma düzeninden dolayı özellikle ortalardaysanız ve oyundan çıkmaya kalkışırsanız bu neredeyse sıranızdaki tüm seyircinin sizle birlikte halaya kalkar gibi ayaklanacağı anlamına geldiği için oyun terk etmek benim için zaten bir seçenek değil. Türkiye’deki sahnelere bakınca fazla uzamayan koridorsuz oturma düzeniyle karşılaşmamızı ise ülkede her an her şey olabileceği için seyircilerin acil durum ve felaket anında çıkışını kolaylaştırmak adına tasarlandığı gibi paranoyakça tespitler öne sürerek açıklayacak kadar henüz delirmedim neyse ki…
Gündüzleri yırtıcı bir Neükölln kuşuyken akşamları tiyatro salonlarında fazla mesai yapan bir aristokrata dönüştüğüm hayatım kendi ritminde ilerlerken İstanbul’dan arkadaşlarım Berlin’e ziyarete geldi. Tabii Berlin’e kısa dönem yapılan ziyaretlerde hepimizin başına geldiği gibi onlar da olabildiğince tüm partilere yetişmeye çalıştılar. Bense Berlin’e taşındığımdan beri çok daha nadir partiler oldum.
Bir Cumartesi akşamı kim bilir ne kadar süreliğine taşınacağım evin sahibiyle tanışmak için Leinestrasse’deki daireye gittim. Yolda yanıma küçük kutuda ginlerden aldım çünkü planım artık kapanış partisini yapan Griessmuehle’ye gidecek arkadaşlarıma katılabilecek enerjiyi bulmaktı. Yağmur çiseliyordu ve apartman kapısına geldiğimde arkamda duyduğum topuklu ayakkabı sesi beni içeri doğru takip etti. Kafamı çevirdiğimde gerdanında parlayan iri kolyesi, muhteşem yüzük, küpeleri ve siyah süet takımıyla aşırı karizmatik ve yaşça olgun kuir biriyle göz göze geldim. Son derece kibar iyi akşamlar diyerek Hinterhaus yani avlu tarafındaki binaya doğru devam etti. İlk kattaki dairenin zilini çalmak üzereyken arkamdan birinin Almanca seslendiğini duydum. Döndüğümde gülümseyerek bana bakıyordu. Özür dileyip İngilizce konuşabildiğimi söyledim. Başka hangi diller var diye sorup Türkiye’den geldiğimi öğrenince İstanbul’a çok gitmek istediğini ama biraz çekindiğini söyledi. İsmimi sorduktan sonra ‘Ben Marlene, Marlene Dietrich’ten geliyor’ dedi. Orjinal ismimse ‘Tobias’. Sigara kutusunu çıkardı ancak içi boştu. Önce ona sonra kendime tütün sardım. Bira ister misin diye sordu. Bende daha iyisi var dedim ve ginleri çıkardım. Marlene de gin’e bayılıyormuş. Holde sigaralarımızı yakıp gin içmeye başladık. Neükölln’de 13 yıldır devam eden yaşamından, eskiden ne kadar farklı olduğundan ve sokakta yürümekte bile zorlandığından, öncesinde Kotti’de oturduğundan ama malum sebeplerden artan kiralarla baş edemeyip buraya taşınmak zorunda kaldığından bahsetti. Peki sen neden taşındın, İstanbul çok güzel değil mi diye sordu. Evet, İstanbul çok güzel dedim ama Berlin de çok güzel. Anlıyorum dedi. Ah bu politikacılar yok mu, hepsine böyle böyle yapmak istiyorum derken havaya boş boş tekmeler savurdu. Gülüştük. Demek buraya taşınacaksın komşu oluyoruz ama madem artık buradasın Almanca öğrenmelisin dedi. Komşu olacağımıza göre beraber çalışırız dedim. Holün otomatik ışığı kapandıkça yakıp durduk. O sırada benim dairenin kapısı açıldı ve ev arkadaşım karşısında Marlene ve beni apartmanı bara çevirmiş bir halde görünce şaşırdı. Vedalaşırken Marlene, Zeki Müren ve Bülent Ersoy’u çok sevdiğini ayrıca arabesk müziğe bayıldığını söyledi. Bir gün gin eşliğinde Zeki Müren dinlemeye sözleşerek birbirimize sarıldık ve yeni ev sahibimle tanışmak üzere içeri girdim. Hayatta tam da içinde olduğun sırada içinde bulunmaktan mutlu eden netlikte sayılı anlar var. İşte o anda olmaktan buna yakın bir mutluluk duyuyorum. Bizi Neükölln’de, Marlene’yle o holde bir araya getiren an’dan, ona komşu olmaktan, birlikte arabesk şarkılar dinleme düşüncesinden ve kendimi bir Fassbinder karesinde hissetmekten büyük mutluluk duyuyorum. O gece partiye gitmeden eve dönüyorum ve son kalan kutu gin’i içerken Ijeoma Umebinyuo’nun Diaspora Blues şiirini okuyorum;
‘so, here you are
too foreign for home
too foreign for here.
never enough for both.’
Yazı: İrem Aydın