Geçen Şubat ayında Loophole Bar (Neukölln, Berlin)’da gerçekleştirilen alternatif film festivallerinden Boddinale’yi keşfettim. Kreuzberg’de yaşayan İstanbullu yönetmen Eren Aksu’nun Cosmoroma filmi de gösterilen filmler arasındaydı. Eren ile güneşli ve soğuk bir Pazar günü Tempelhofer Feld’de yürüdük, sonrasında Schillerkiez’de en sevdiğim kafelerden biri olan (ve beklenmedik bir şekilde geleneksel Karadeniz türküleri ,‘Beni Benden Alırsan’ şarkısı ve ardından indie-rock müzik listesi çalan) No58 Speiserei’da kahvelerimizi içip söyleştik.
Film yapmaya nasıl başladın?
Aslında ben fotoğrafçıydım. Onun öncesinde de sporcuydum. Spor ile ilgilendiğim dönemde bir yandan etrafımda birçok müzisyen arkadaşım vardı ve onların fotoğraflarını, portrelerini çekmeye başladım. Şu anda izlediğimden daha çok film izliyordum fakat film çekmek hiçbir zaman aklımda yoktu.
Fotoğrafçılıktan sinemaya geçiş noktasına nasıl geldin?
Fotoğrafçılıktan sinemaya geçişim çok tesadüfen oldu. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde fotoğraf bölümünde okumak istedim fakat burslu olarak kazanmayınca sinema bölümünde eğitimime başladım. Üniversitede lisans eğitimim bitince, Berlin Sanat Üniversitesi’ne başvurdum ve kabul edildim. Yaptığım işlerle ilgili pozitif anlamda geri bildirim de aldıktan sonra sinemaya ve özellikle film çekmeye daha çok odaklandım.
Film çekerken nelerden ilham alıyorsun? Mesela Cosmorama filminde İstanbul’un şehir olarak sana verdiği bir duygu var, film de onun bir anlatımı aslında. O süreçten bahsedebilir misin?
Öncesinde bir duygu oluyor tabii ki. O duyguyu hangi görsellerle ifade edebilirim diye düşünüyorum. İnternette çok fazla imaj arıyorum mesela ya da kendi çektiğim fotoğraflardan da ilham alabiliyorum. Sürekli not alıyorum. Bazen başka projeler için yazdığım fikirleri çok alakasız gibi görünebilecek yerlerde kullanabiliyorum. Bir anda ilham gelmiyor aslında. Üretmek benim için kolay bir eylem değil, zorlanıyorum.
Okuduğun bir kitabın, dinlediğin müziğin de seni etkileyip işine yansıdığı oluyor mu?
Tabii ki, etkileniyorum kesinlikle. Örneğin ilk kısa filmimde Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanındaki bir bölümden ilham almıştım.
Berlin’de yaşama fikri nasıl oluştu sende peki?
İstanbul’dan gitmek istiyordum ben açıkçası. En klasik yollardan biri olan Erasmus programının sunduğu seçeneklere baktım. Erasmus’tan önce de yaz boyunca Hollanda, İspanya ve Almanya’yı keşfetmek için seyahat ettim. En sonunda Potsdam Üniversitesi’nde okumayı tercih ettim. Çok yakın arkadaşlarımın burada yaşıyor olması ve yine klasik olacak ama Berlin’in kocaman bir Kadıköy’müş gibi hissettirmesi beni etkilemiş olabilir.
‘İstanbul’daki Kadıköy’den ne farkı vardı ‘Berlin’deki Kadıköy’ün?
Ben yazın gelmiştim buraya tabi, Berlin’in kışını görmemiştim henüz. İstanbul’da sıkışık, hareket edemiyor gibi hissediyordum. O geldiğim dönemde Berlin’de sokaktaki hayat çok hoşuma gitti. Hayatımı toplu taşımada geçirmek zorunda kalmamak, birçok yere yürüyebileceğim bir şehir olması, parkları… İnsanlar da çok açıktı. Sanat mevzularında özgür bir alan olmasındansa genel hayat tarzı beni daha çok çekti buraya doğru.
Burada kendini daha üretken hissediyor musun?
Kendi deneyimlerime dayanarak şunu söyleyebilirim, Türkiye’de çoğumuz arkadaşlarımızla ve ailemizle çok fazla yardımlaşarak yapıyoruz birçok şeyi. Herkes birbirine bağımlı gibi geliyor bana. Bu yüzden yurtdışına ilk çıkma deneyimi travmatik olabilir. Düşünmek için çok zamanı oluyor insanın. Ben kimim, neyim, niye böyle bir insan oldum, nasıl kararlar verdim geçmişimde, şöyle miyim böyle miyim diye düşünüyorsun. Yurtdışında yaşamanın getirdiği yeni sistem, dil öğrenme stresleriyle de birleşince açıkçası ilk seneler hiç de üretken geçmedi benim için. 3,5 senedir buradayım. Çok yeni kendimi üretken hissetmeye başladım. Ama bence bu uzun vadede beni çok üretken kılabilecek bir şey. O yüzden mutluyum.
Berlin’de Kotti’de, ‘Küçük İstanbul’da yaşıyorsun, nasıl buluyorsun Kotti’yi mahallen olarak?
Aslında burada kaldığım yeri tamamen tesadüfen seçtim. Kottbusser Tor’da yaşamak insanı çok tembelleştiren ama aynı zamanda rahat hissettiren bir şey. En basit örnek olarak, kapıda kaldığında kırık dökük Almancanla kapıda kalma halini anlatmaktansa gidip aynı dili konuştuğun birine sorabiliyorsun. Böyle bir özgürlüğün olması iyi hissettiriyor. Tabii ki Almanya’daki Türkiyeli kişiler burada sadece anahtarcılık, späticilik yapmıyorlar, bunu da eklemek lazım. Bin çeşit insan var. Ben sadece bir mahallede yaşama deneyimi olarak bunu belirtmek istedim.
Şu anda üzerine çalıştığın projeler neler?
Yapmak istediğim iki tane kısa film var sonra ilk uzun metraj filmimi çekmek için çalışmalara başlamak istiyorum. Açıkçası ben şu ana dek Almanya’ya dönük bir yaratım hissi alamadım. Dediğim gibi daha çok kendime, Türkiye’ye, İstanbul’a dönük bir bakışım olduğu için dikkatimi hep ona verdim fakat kendimi iki yere de ait hissediyorum. Bu nedenle bir süre Almanya ve Türkiye’nin bir araya geldiği projeler yapacağım gibi görünüyor.
Röportaj: Dilara Akkoyun
Fotoğraflar: Victoria Rubini
Editör: Eren Erdoğan