Wir arbeiten gemeinnützig. Wenn ihr Maviblau unterstützen möchtet, dann schaut mal hier!

Allah’ın En Sevdiği Yemek

– Ilgıt Uçum

…tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde
her tanrı biraz baba gibidir…


Arkadaş Zekai Özger 

Bizim evde kimse, Allah’tan bahsetmezdi. Turgut Özal’dan, maaşlara yapılan zamdan, kapıcının oğlunun kazandığı okuldan, rakıya buz konulduğundan falan haberdardım ama Allah’ı hiç duymamıştım. Bazen anneannem bize kalmaya geldiğinde, yanında taşıdığı minik halısını günde bir kaç defa evin aynı köşesine serip biriyle konuşurdu.
Konuştuğu kişiyi hiç görmemiştim ama hızla söylediği için bir türlü anlayamadığım sözcüklerin büyüsüne kapılıp her defasında lafını bitirene kadar onu izler; belki cevap gelirse duyarım, anneannem beni de sohbete dahil eder umuduyla etrafında dolanırdım.
İçimden bir ses, anneannemin konuştuğu kişinin Allah olduğunu söylüyordu. Okuldaki arkadaşlarımın, hakkında gizemli hikayeler anlattığı benim daha henüz karşılaşmadığım Allah pekala anneannemin tanıdığı biri olabilirdi. İstediği zaman dişlerini ağzından çıkarıp geri takabilen biri de Allah kadar gizemliydi bence. Eğer gerçekten konuştuğu O’ysa, bizim evin içinde bir yerlerde olmalıydı.

O yıllarda salonumuzun duvarında, kirli beyaz kağıt kaplı sıkıcılığı bozan iki resim asılıydı. Duvar kağıdıyla aynı renkteki üçlü koltuğa dizlerimin üstünde çıkıp eprimiş arkalığa tutunarak uzun uzun onları seyrederdim.
Sol üstte sarı-turuncu bir yaz gecesi resmedilmişti. Mavi yıldızlı gökyüzüne, masalı sandalyeli kafeye, genişçe sokağa bakmaya doyamazdım. Sağ altta ise korkunç bir tablo vardı. Bir grup çökük suratlı insan loş ışıklı bir masanın etrafında oturmuş yemek yiyordu. Böyle çirkin insanların bizim evin salonunda, o güzelim resmin yanında ne işi olduğunu hiç anlayamıyordum. Ama yine de, her defasında tüylerimi diken diken etmesine rağmen o resme bakmaktan kendimi alamazdım.

Yakıcı bir Ağustos günü apartmanın en üst katındaki bu dairede yedi yaşında olmanın ağırlığıyla koltukta oturuyorum. Apartmandan arkadaşlarım tatilde, okullar kapalı, sokaklar yasak. Salonun ana caddeye bakan açık camından yolun, kornaların, insanların gürültüsü geliyor. Daha bir hafta önce kuaförcülük oynarken taraktan kurtaramayıp kestiğim, sağ şakağımın üzerine düşen parçayı hafifçe üflüyorum. Pembe kısa taytım terden bacağıma yapışmış. Mutfaktan gelen köfte patatesin kokusu bile beni heyecanlandırmaya yetmiyor.

Kalkıp annemlerin odasına doğru yürüyorum, açık balkon kapısından gökyüzünü görüyorum. Balkon demirlerinden sarkıp aşağıya, apartmanın deli gibi koşturduğumuz bahçesine bakıyorum. İğde ağaçlarının altındaki çardağı görmek için biraz daha sola yatırıyorum kafamı. Kimse yok. Kocaman bir iç çekiyorum, burnuma yaz doluyor. Tek başınayken sıkılmadığım yaşa gelmeme daha en az 20 yıl var. Salona dönüp yemeği beklemeye karar veriyorum.

Sallana sallana koltuğa ilerlerken resimler yine dikkatimi çekiyor. Sağ alttaki korkunç olana yavaşça yaklaşıyorum. Koltuğa dizlerimin üstünde çıkıp arkalığı sıkıca kavrıyorum. Arkalığa öyle yapışınca bir cesaret geliyor, daha az korkuyorum. Tüm detaylarına daha yakından bakmak için resme yaklaşıyorum.

İnsanların çökük suratlarını, buruş buruş ellerini, ortadaki yemeği, tabağa daldırdıkları çatalları, dizilmiş beyaz fincanları, fincanların içerisine dökülen koyu renk içeceği, sandalyeleri, kadınları, kafalarındaki garip beyaz şapkaları, sırtı dönük kızı, adamları, onların kasketlerini, tavandan sarkan ışığı bir şey arıyormuş gibi incelemeye koyuluyorum.

Yedikleri şeyden bir duman yükseliyor demek ki sıcak, yüzü bize dönük olan kadının ağzı açık birazdan bir şey söyleyecek gibi, solundaki adamın gözleri kocamanmış ne düşünüyor acaba, sırtı dönük olan kız neyin üzerinde oturuyor, en sağdaki kadın niye o kadar üzgün, tam karşıdaki adam tanıdığım birine benziyor sanki… İçime bir şüphe düşüyor, kafamı geri çekiyorum birden. Olabilir mi? Adama iyice yaklaştırıyorum kafamı, nefesim resmin camını buğulandırıyor. Anneannemin tanıdığıysa onu ben de tanıyor olabilirdim. Demek, elinde fincanıyla karanlıkta oturmuş buradan beni izliyor. Eğer arkadaşlarımın anlattığı gibi yaptığımız kötü şeyleri bir bir yazıyorsa sütümü içmeyip lavaboya döktüğümü görmüştür kesinlikle. Arada sıkıntıdan duvar kağıdını yırttığımı da, burnumu karıştırıp koltuğun minderine sürdüğümü de. Ilık ılık bir korku yayılıyor vücuduma. Allah bunca zaman gözümün önündeymiş işte!

Annemin sesiyle irkilip koltuktan iniyorum. Babamın eve gelmesine daha biraz varmış, eğer açsam yemek yiyebilirmişim. Olur diyorum. İçimde ılıklık, kurulu sofraya tek başıma oturuyorum. Annem servis tabağına tepeleme doldurduğu köfte patatesi getirip benim tabağıma yiyebileceğim kadarını koymaya başlıyor:

Patatesten istediğin kadar alabilirsin, babana bir bu kadar daha kızarttım.

Aklım hala işlediğim büyük günahlardayken yemeğe başlıyorum. Köftenin soğanlı aroması, patatesin yağlı çıtırlığı içimdeki ılıklığa çabucak derman oluyor. Allah’ı unutuyorum ya da öyle sanıyorum.

Artık tek başınayken sıkılmadığım yaşlara vardığımda onu tesadüfen internette gördüm. İçimden güçlü eski bir ürperti geçti. Akıp giden yıllar resimden hiçbir şey eksiltememişti, hala çok korkunçtu. Aynı karanlık, aynı çökük yüzler, aynı yemek. O insanların ne yediklerini yıllarca o kadar merak etmiştim ki. Meğer tablonun ismini bilsem onu da bilecekmişim. Meğer çocukluğumun en büyük kabuslarından biri Van Gogh’un hiçbir gizeme yer bırakmayan “Patates Yiyenler” tablosuymuş ve çocuk dünyamın korkutucu Allah’ı da alt tarafı patates yiyen bir adammış.

These words are some of many wonderful results of our project Waving Bodies.
Find the other texts here.